12 Ağustos 2016 Cuma

CERN Günlükleri - Zürich & Lichtenstein Turu

Üçüncü haftanın sonunda, tüm haftanın yorgunluğunu atıp biraz keyif yapmak adına plan yapıp trenle önce Zürih'e gidip orada bir gün kalarak, oradan da Sargans üzerinden Avrupa'nın en küçük ülkelerinden biri olan Lictenstein'ın başkenti Vaduz'a gitmeye karar verdim. Zürih'i İsviçre'nin en gösterişli şehirlerinden biri olarak hep biliyordum fakat Lichtenstein ve Vaduz hakkı neredeyse hiçbir bilgim yoktu. Avrupa haritasına göz gezdirirken sürekli gözüme çarpan, İsviçre ve Avursturya arasına sıkışıp kalmış küçük bir ülkeden ibaretti benim için. Gidip gördüğümde gerçekten doğası ve kültürüyle de epey güzel ve ilginç bir yer olduğunu öğrenmiş oldum.

Ülkenin şehirlerine hatta diğer ülkelere böylesine kolay bir ulaşıma sahip olmak alışık olduğum birşey değil elbette Türkiye'den. Memleket buradaki doğa güzelliklerine on basacak yerlerle dolu olsada eğer altında araban yoksa buralara gitmek sadece bir hayal. Küçük şehir ve kasabalara bulunamayan, bulsan da ne zaman kalacağı belli olmayan otobüsler, güvensiz yollar vs vs seyahat kültürü diye bir şey oluşturmak için hiç de ideal koşullar değil. Burada fırsatım varken her yeri birbirine lafta değil gerçekte 'demir ağlarla' örülüp bağlanmış, en ufak kasabasına dahi tren bulabileceğin bir yerde sırtçantamı ve fotoğraf makinamı alıp dolaşmanın keyfini çıkarıyorum.

İlk hedefim Zürih. İsviçre'nin en büyük şehri (nüfusu sadece 400 000) ve epey büyük bir göl olan Zürih Gölü'nün kıyısında yer alıyor. Göl şehrin karakterine fazlasıyla hakim durumda ve şehir merkezinden başlayan kanallarla sokaklar bir şekilde göle çıkıyor.  Mimarisiyle beni şu ana kadar en çok etkileyen şehirlerden biri diyebilirim, Paris'in ardından. Şehrin eski bölümü diye çok belirgin bir bölümü olmaması özellikle turistlerin yığıldığı bir alandan ziyade, her sokağı ile yaşayan bir şehir havası vermiş kente. Her sokak ve cadde inanılmaz ferah ve olabildiğince trafikten arındırılmış; trafik olsa bile bir korna sesi duymayacağınız için hissetmiyorsunuz bile. Şehrin merkezinde birbirine yakın iki kilisenin saat kuleleri üzerlerindeki saatlerle epey göze çarpıyorlar. Her Avrupa şehrinde olduğu gibi şehrin tam ortasında büyük bir katedral yer alıyor; Zürih'tekinin ismi Grosssmünster katedrali.




Mimarisinin yanında Zürih'in modern zamanlar öne çıkan özelliği özellikle 1900'lerin başında sanatta yenilikçi, başkaldıran, avant-garde akımlardan Dadaizm'in doğuş ve beslenme noktası olması. Caberet Voltaire adında bir kafe ile simgeleşen bu hareketi başlattığı kabul edilen manifesto Hugo Ball tarafından 1916 yılında burada okunmuş.


Şehirde sanatın izleri sadece 'sembolik' kafelerden ibaret değil; Paris'tekilerden sonra gördüğüm en zengin sanat müzerinden birine de ev sahipliği yapıyor Zürih. Kuntshause (Sanatevi) içinde ortaçağlardan günümüz  sanatına kadar her dönemden birbirinden ünlü ve öne çıkan bir çok eseri içeriyor. Sadece Van Gogh, Monet veya Chagran'dan oluşan odalara girdiğinde insan bir garip hissediyor. Döndüğünüz her bir köşede bir Picasso eseri ile karşılaşmamanız işten değil. Epey uzun bir zaman geçirme fırsatım oldu müzede, akşam dönme telaşım olmadığı için. Epey iyi hissettirdi...



Müzeden çıktıktan sonra şehirde turlamaya devam edip göle bağlanan nehir kıyısında gezinip fotoğraflar çektim. Epey kuzeyde olmamız nedeniyle Güneş'in batışı neredeyse saat 10'u buluyor burada, dolayısıyla hala dolaşmak için epey zamanım var. Ben de Einstein, Schrodinger, Röntgen gibi büyük fizik üstadlarının yıllarca kürsü sahibi olduğu Zürih Üniversitesi ve bunlardan çok çok daha fazlasını geçmişten bugüne barındıran ETH enstitüsünü göreyim istedim.



Enstitüye tırmanan yolu çıkarken hemen sağ tarafta Rechberg adında müthiş güzel ve huzurlu bir bahçeye rastladım. Biraz oturup dinlenip bahçenin ve hemen üstündeki Zürih Üniversitesi binalarının fotoğraflarını çektim.




ETH'da üniversitenin hemen üzerinde yer alıyor ve girişinde epey görkemli bir bina bulunuyor.


Günü bitirdikten sonra kalma yerine çok para ödememek adına İsviçre'nin hemen her şehrinde yer alan, gezen gençler ve öğrencilere yönelik olan fakat isteyen herkesin kalabildiği gençlik hostellerinden birinde kaldım. Sabah erken kalkıp Zürih tren istasyonunda beni Lichtenstein'a götürecek ilk adımdan biri olan Sargans trenini beklemeye başladım. Tren istasyonu havaalanından daha kalabalık resmen pazar sabahı olmasına rağmen. Toplam 41 farklı platformdan bir saatte onlarca tren hareket ediyor. Müthiş bir şey...


Zürih'ten yola çıkıp güneye doğru, Avusturya'ya biraz daha yaklaşıp Lichtenstein sınırına epey yakın Sargans kasabasına gidiyorum. Oradan kısa bir otobüs yolculuğu ile başkent Vaduz'a geçeceğim. Alplerin etrafında dolanıyoruz coğrafya olarak ama trenden manzaram yemyeşil düzlükler, tepeler ve uzakta karlı zirveler... Alabildiğine yemyeşil, harika bir manzara. Yaklaşık 1 saatlik yolculuk sonunda Sargans'a iniyorum.


Tren garından yaklaşık yarım saatte bir kalkan yeşil Lichtenstein otobüslerinden birine binerek Vaduz'a yola çıkıyorum. Kısa bir süre sonra İsviçre ve Lichtenstein'ı ayıran Ren Nehri'ni geçiyoruz ve bizi kırzmı-mor Lichtenstein bayrağı selamlıyor. Yeni bir ülkedeyim. Sadece 160 kilometre kare yüz ölçümüne ve 37 000 nüfusa sahip. Ülke parlamenter monarşi ile idare ediliyor ve düşük nufusu ve refah yaşam şartları sayesinde en yüksek ortalama gelire ve en düşük işsizlik oranlarına sahip.


Şehrin merkezinde parlemanto binası ve ünlü posta merkezi karşılıyor beni. Şehir merkezinde inip yürüyerek şehrin ana caddesini turluyorum; 10 dakikada tamamlıyorum bu turu, ki o kadar küçük bir şehir. Bütün her şey hemen hemen ana cadde üzerinde, tüm müzeler, kafe ve restoranlar... Lictenstein'ın gemişten beri posta servisi ve müthiş tasarımlı  pulları sayesinde epey ünlü olduğunu öğrenmiş oldum bu gezi sayesinde. Şehir merkezinde özel bir posta müzesi var hatta, içinde binlerce pulun sergilendiği. İçeri girip göndereceğim kartlar için özel pullar alıyorum müzeyi turlayarak.



Şehrin en belirgin binası ise şehri tepeden izleyen Lichtenstein prensi ve ailesinin konut olarak kullandığı şato. Şehrin içinden güzel bir tırmanış yolunu takip ederek, yükseldikçe etrafımda beliren harika manzarayı seyrede seyrede yukarıya çıkıyorum.




Yukarıya çıktığımda beni tepeye kurulmuş, etrafında harika yürüyüş yolları ve banklar bulunan etkileyici bir şato karşıladı. Kesinlikle o sıcakta tepeye kadar çıktığımı değdi. Fakat 'özel mülk' olduğu için girebilmek mümkün olmadı elbette.


Dönüşte şehrin merkezindeki kültür müzesini dolaştım; ülkenin tarihi ve kültürüne dair sergilerin yanında müzenin bir katı epey büyük bir doğa tarihi sergisine, diğer bir katı da özel bir sergi olarak geçmişteki Olimpiyat oyunlarından birçok eşyayı içerek epey etkileyici bir sergiye ayrılmıştı. 40 000 nüfuslu bir ülkenin yaptığı müze ile 70 milyonun yapmayı bir türlü beceremediği müzeleri düşünüp düşünüp iç geçirdim..

Bir zamanlar atlaslarda araya sıkışmış, hiçbir detayı belli olmayan bir ülke zihnime işte bu şekilde yer edinmişti yolculuğumun sonunda. Trenden izlediğim manzaralar, Zürih'in o etkileyici ve sakin atmosferi, akşamüstü oturduğum o müthiş güzellikteki bahçenin görüntüleriyle Cenevre'ye geri döndüm. Bütün hafta çalışmak için fazlasıyla deşarj olmuştum!

0 yorum:

Paylaş!

 

Copyright © 2010 Gök Günce | Blogger Templates by Splashy Templates | Free PSD Design by Amuki